Reklam ve Pazarlama İletişimi

Atomizasyon Çağında Merkezi Aramak

Korona virüsü, Black Lives Matter derken gündem fena halde hararetli. Tüm bunlar bana da bu dünya “nereye gidiyor ve gidecek?” sorusu sordurdu tabii ki de. Herkes gibi bunu düşünürken biraz geriye sarmak ve tartışmaya biraz perspektif katmak istedim kendi içimde.

YAZI MI, TURA MI? BASİT

Eskiden hayat çok daha kolaydı. Kimlikler, aidiyetler, cepheler, çok daha az parçalı, çizgiler çok daha kalındı. 2. Dünya savaşı sonrası çift kutuplu dünya. Üretim patlaması, sanayi ekonomilerinin tüm ihtişamı. Bu ihtişam içerisinde kendine anlam bulan kitleler, dünyaya özgürlük getirecek, Amerikan çeliğini, endüstrisini tüketim dünyasının güzelliklerini üreten beyaz Amerikan taşrası.  Bol para, güzel arabalar, imkanlar, örnek aileler, akça pakça kızlar.

Varlıkları sisteme de bir anlam ifade eden işçiler, çiftçiler, kasabalılar.

Kimin ihtiyacı var eğitim almaya, dünyayı tanımaya…

Ve tüm bunların karşısında. Ya bizzat kendisi ya da kökü dışarıda olan öteki.

Komünistler, solcular, hippiler…

2 noktalı “merkezde” toplanan güç dengesi. Merkezileşme, dönemi

EZELİ REKABET OLMADAN, ŞAMPİYONLUK KEYFİ (!)

Ancak 1991’de soğuk savaş bitti. Küreselleşme başlangıçta, komünist olmayan herkes için zaferdi…

Öyle miydi gerçekten. Duvarın yıkılmasının hemen ardından mikro-milliyetçilik patlamasıyla geçti 90’lar. Kafkaslar patladı, Yugoslavya yıkıldı, çok kan döküldü. Kimsenin pek umurunda, hatta farkında olmadığı bir 10 yıl geçti.

Sonra sular nispeten duruldu, küreselleşmenin kuruluş devri bitti yükseliş devri başladı. Önce şirketler küreselleşti, orta/beyaz yakalı küresel sınıf gelişti. Hepimiz dünya vatandaşı olduk, seyahatler ettik, başımıza ecnebi yöneticiler geldi bazen ama biz de bu çok kültürlü, renkli ortamdan beslendik. Dünyayı gördük, dünya bizi gördü. Beyaz yaka ve “sahiller” için manzara güzelken içerde, taşrada kıpırdanmaya başlayan dalgayı kim fark edecekti…

Daha sonra sınırlar sadece toplantılarda değil her yerde kalkmaya başladı. Dijital devrimle dünya ekranımıza açıldı. Çok büyük olasılıklar, zenginlikler, farklı farklı insanlar, dertler, cahillikler gördük, Şaşırdık, etkilendik. Güldük ama çok dertlenmedik. Neticede neo-liberalizmin aydınlık çağındaydık.

Artık tek hakimli, tek sistemli bir dünya vardı. Merkezileşme tavan yapmıştı…

“HANİ BİZ KÜRESELDİK???”

Sonra onlar da küreselleşti. Ötekiler yani, eskinin ötekileri. Çin ucuz işgücü ve endüstrisiyle kapıları açtı, Apple’a, Nike’a tüm patronlara CFO’lara “ben buradayım” dedi. Rusya “lan ben çarlıktım zaten, SSCB’yi de erken kapattım dedi”, sıcak denizlere doğru yavaştan hareketlendi….

Kapitalizm küreselleşince Batı taşralarında dükkanlar, fabrikalar kapanmaya başladı. Onun yerine hizmet sektörü, beyaz yaka durumları patladı. Büyük şehirlerde sağdan soldan 72 dil duyulmaya başlandı. Kara kuru adamlar dünyanın parasını alıyordu. Zenciler çok daha görünür oluyordu. İçerde yapılanın aynısı Çin’den çok daha ucuza geliyordu. Sahi, n’oluyordu?

Zaten artık özgürleştirilecek örnek olunacak bir öteki de yoktu. Zaten hiçbir zaman yoktu belki de; hikayesi bile %50’yi evinde tutuyordu işte.  Red Neck John’a, Mary’ye Hollywood’a malzeme, oluyordu. Taşra “askerini” meşgul tutuyordu.

2000’ler bu tatlı refah ve tüketim rüyasıyla başladı. Küresel olarak biz tüketicilerin istediğimizi ucuza, kimin yaptığını, kaça yaptığını düşünmeden almanın konforuyla geçti.

Merkezdeki tek noktanın yanına başka noktalar gelmeye başlamıştı belki ama “sahillerde” sıkıntı yoktu hala…

2007’ye birlikte oyunun giriş perdesi bitti.

Dijital devrim, devrim olmaktan çıkıp gerçeklik olmaya yöneldi. Facebook önceleri ne güzeldi. İlkokul arkadaşlarımız, manitacılıklar, herkesi eklemeler vs.

Ve bugünlere geldik…

Küreselleşenlerimiz (beyaz yakalılarımız, dil bilenlerimiz, Airbnb diyebilenlerimiz) açık büfe duyarlar içinden dava, duyar ve kimlik seçerken, (eşitlik, çevre, kadın, LGBTQ, zenciler, göçmenler, hayvan hakları ve diğerleri)

İnsanlık diyor, çok da güzel diyor.

Peki küreselleşemeyenlerimiz ne diyor?

Bugün koronada maske takmayanlar da, beyaz, taşralı, ırkçı Amerika da, ya da Fransa’nın sarı yeleklileri de, Macaristan’daki despotu seçenler de, her şeyi beş ailenin yönettiğini düşünenler de, dünya düz, aşı saçmalık diyenler de hep aynı kitle aslında. Küreselleşemeyenler.

Küreselleşen dünyada kendine yer, anlam göremeyenler. Başka bir deyişle gereksizler.

Ne dediklerini biliyorsunuz… Burada yazıp sinir oynatmaya gerek yok.

Ne yapacak bu kadar aylak bakkal peki. Tabii ki önce sosyal medyayı, sonra küreselleşenleri, sistemi “darlayacak”, çomak sokacak. Tüm o asil duyar ve davalarımızı duymayacak, “kıllancak”, b*klayacak, kendi dertlenemediği için altında “çapanoğlu” arayacak. (Son yıllarda en beğendiğim sözü Amerikalı bir radyo yorumcusundan duymuştum YouTube’da bir yerlerde. Sol/demokrat görüşlü bu arkadaş Trump’ın seçim zaferini söyle yorumluyordu: “Biz kaybettik çünkü sol kültürel savaşı kazandı.”)

Ama onların suçu mu bu durum gerçekten…

Ya da suçlu var mı gerçekten?

Artık bir merkezden söz etmek mümkün değildi. Her şey “atomlarına” ayrılmıştı.

YAŞADIĞIMIZ GERÇEKLİK: ATOMİZASYON

Bir sürü kavga var, tartışma var.

Farklı farklı aslında hepsi birbirine değen ama herkesin bir tarafını seçip konuştuğu pek çok -hepsi de insanlık için, medeniyet için, gelecek için hayati- mevzu var.

Ama bunları birleştiren, derinleştiren, büyüten bir çatı hareket yok, söylem yok, lider yok.

Karşı tarafta ya da hadi ötekiler diyelim,

Farklı farklı cahillikler, komplo teorileri, önyargılar, savaş açılanlar.

Ötekiler de çok parçalı… cehalet de atomize.

ATOMLAR MADDEYE DÖNEMİYOR: FÜZYON GERÇEKLEŞMİYOR

Peki niye böyle niye dünyada bu kadar huzursuzluk varken tüm bu kavgalar büyük bir dip dalgaya evirilmiyor. Tam eşiği aşacakken magazinleşiyor, başka yerlere çekilerek momentum kırılıyor. Ve sonuçta pek bir şey değişmiyor. Ya da esas değişmesi gerekenlere dokunulmuyor…

“Nequequam vacuum”.

Neo-liberalizmin büyük oyunu demek kolay. Ben öyle üst akla falan inanmam. Ama şuna inanırım, eşyanın tabiatına, yani doğanın boşluk tanımayacağına.

Merkez-Çevre ilişkisi

Hem doğayı hem tarihi hem de insanlık dinamiklerini belirlemede etkili olmuştur hep. Entropi ya da akışkanlar dinamiği de diyebilirsiniz. Bir yoğunlaşma merkezileşme olur, ama merkeze giremeyenler de olur. Zamanla bu merkez yoğunluğunu, çekim gücünü kaybeder, merkezkaç kuvvetler yeni bir merkezin etrafına gitmek üzere hareketlenir.

Bir devinim başlar, ki çalkantı, alçak basınç-yüksek basınç farkı da hep bu zamanlarda meydana gelir. Ta ki devinen öğe sayısı azalana kadar. Yeni merkezler izlerini, kapladıkları yeri sağlamlaştırıncaya kadar.

Bana sorarsanız soğuk savaş sonrası yaşadığımız, bugün dönüm noktasında olan süreç de böyle bir süreç aslında. Merkezdeki yoğunlaşmanın çökmesi, yeni merkezler oluşuncaya kadar ki yaşadığımız çalkantı, türbülans. Neo-liberalizm de bunun ürünü, atomizasyon da…

Peki ne zaman bitecek bu devinim. Her şeyin sürekli atomize olması, yoğunlaşmanın önünde engel değil mi?

Bilmiyorum, ama doğanın bize söylediği, bitecek elbet. Kaynaklar bitince, devinecek yer kalmayınca bir yoğunlaşma gelecek. Ama bu yoğunlaşma biz “aydın” ve medeni insanların istediği yere mi gelecek yoksa hiç istemediği yere mi?

İşte o gerçekten bize bağlı. Atomizasyonun farkına varıp ve vardırıp, üst-yapının, kimlik kavgalarının altındaki daha yapısal, daha derin mekanikleri görüp tartışabilmemiz lazım.

Bana sorarsanız cevap ne yenilenmiş kapitalizm ne de köhne bir sosyalizm. Cevap daha fazla insanın doğru sorular sormasında. Bu sayıyı artırmakta. Her zaman olduğu gibi…

Umarım keyifli bir okuma olmuştur. Bir dahakinde görüşmek üzere. 😊

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu